Osmanlı İmparatorluğunda Birlikte Yaşama Kültürü

Osmanlı İmparatorluğunda Birlikte Yaşama Kültürü Üzerine Bir Vakıa Çalışması: 19. yy’da Bağdat Eyaleti Osmanlı İmparatorluğu’nda birlikte yaşama kültü­rünün varlığına, hem imparatorluğun çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü olarak ömrünü tamamlaması hem de uzun ömürlü …

Osmanlı İmparatorluğunda Birlikte Yaşama Kültürü Üzerine Bir Vakıa Çalışması: 19. yy’da Bağdat Eyaleti

Osmanlı İmparatorluğu’nda birlikte yaşama kültü­rünün varlığına, hem imparatorluğun çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü olarak ömrünü tamamlaması hem de uzun ömürlü oluşu başlı başına birer delildir. Birlikte yaşama kültürünün oluşmasında imparatorluğun kurucu unsuru olan Türklerin devlet kurma ve farklı unsurları yö­netme tecrübesinin yanında, imparatorluğun temel değerler sistemini oluşturan İslami değerlerin temel role sahip olma­sı, en önemli etken olarak görülür. Müslümanların Hicret’ten başlamak üzere, başka inançlara mensup kurum ve kişilerle kurduğu ilişki biçimi1, birlikte yaşama kültürüne sahip olma geleneğini de birlikte getirmiştir. Bu değerlerin Osmanlı sis­teminin merkezine oturtulmuş olmasında, özellikle kuruluş döneminde, tarikatların önemli roller üstlenmesinin etkili olduğu görülür.

Edebiyatımızda yapacağımız hızlı bir gezi, ötekileştirme ve dışlama kültürünün nasıl evrildiğine ilişkin çarpıcı veriler sağlar. Yunus Emre’nin Bir kez gönül yıktın ise o kıldığın namaz değil, yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil dörtlüğü, hem bir öz eleştiri kültürünü hem de Müslüman olmakta esas olanın, dinin direği namaz kadar diğerine sevgi ve saygının olduğuna duyulan inancı da temsil etmektedir. E Aliye’nin Muhâdarât romanında, İstanbul dışından gelen Fâ- zıla’nm üvey annesi Calibe’nin güzelliği tarif edilirken, şiveli Türkçesinin temel güzellik unsuru olduğu görülür. Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’sunda Beşir’in siyahı, Habeşî ve ailenin hizmetli­lerinden olmasına rağmen ailenin normal bir üyesi olarak na­zmın çekilmesi ve kanaatlerinin herhangi bir üye gibi dikkate alınması dikkat çekicidir. Bu durum Bilal-i Habeşî’in ilk Müs- lümanlardan olma şerefine nail olduğundan beri İslami kültürel değerlerin, ırkından ve renginden dolayı insanları dışlamayışım çağrıştırmaktadır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarında, bir konağın hizmetlileri ile hanımlarının aynı tandırın başın­da oturup ısınmaları, hizmetli kızların evin küçük beyleri ile evliliklerinin mümkün olduğu gözlemlenir, üstelik zengin oğ- lan-fakir kız zelzele veya kıvançları olmadan. Günümüzde bir ahir zaman dervişinin “kişi, masumların canını alan her hain kurşundan kendine bir yara almadıkça insan olamazönerme­sinde birlikte iyi olabilmenin, insanım diyen herkesin mesuli­yeti olarak kaydedilmesi ise “ötekileştirme ve dışlamanın” nasıl dışlandığına dair kadim bakışın günümüze kadar uzanmış bir örneğidir. Hülasa bu örnekler, Reşat Nuri romanlarında net bir ötekileştirme sıfatı olarak kullanılan “dışarlıklı” kavramının 20. yy. başlarına kadar dolaşıma sokulmadığını göstermektedir. Bu tarihten itibaren yaygınlaşmaya başlayacak ötekileştirme ve dışlama kampanyası ise sadece gayrimüslim unsurları değil Müslüman ve İstanbul’dan olmayan geniş halk kitlelerini de hedef alacaktır.

Osmanlıda ötekileştirme ve dışlama kültürünün nasıl evril- diğinin anlaşılmasında tarih de edebiyat kadar önemli bilgiler sağlamaktadır. 19. yüzyılın başlangıcından itibaren Osmanlıda birlikte yaşamaya yönelik güçlüklerin ortaya çıkması ile yaban­cı müdahaleler arasındaki paralellikler, devletin gücünün azal­ması, paylaşılan pastanın küçülmesi ve dolayısıyla paydaşların karşı karşıya gelmeleri ile açıklanır. Bu makalede, “bu güçlükler mi yabancı müdahaleyi hızlandırmış yoksa yabancı müdahale mi birlikte yaşama kültürünü olumsuz etkilemiştir” sorusuna, Bağdat Eyaleti örneğinde ve 1798–1856 tarihi kesitinde cevap aranmaktadır. Bu çerçevede, önce Osmanlı toplumunda birlikte yaşama kültürünün hukuki ve tarihsel arka planına bakılacak, ardından da bu kültürün 19. yüzyıl Bağdat Eyaleti’nde hasara uğraması, uluslararası siyasi gelişmelerle birlikte değerlendiri­lecektir.

1 Medine Vesikası ya da Birlikte Yaşama Anayasası için Bkz. Ahmet Da- vutoğlu, “Devlet”, DİA, C. 9, s. 237; R. B. Serjeant, The Sunnahjami’ah, pacts with the Yathrib Jews, and the Tahrim of Yathrib: Analysis and translation of the documents comprised in the so-called “Constitution of Medina.” Bulletin of theSchool of Oriental andAfrican Studies”, Uni­versity of London, Vol. 41, №1. 1978, s.4.

Osmanlı Toplumunda Birlikte Yaşama Kültürüne Kısa Bir Bakış

Modern zamanların, farklı etnik, dinî ve mezhep ve bölge­sel unsurların birlikte yaşaması kültürüne mani olarak görülen dışlama ve ötekileştirme gibi olgularının, kadim Osmanlı top­lumunda ulus devletlere nazaran seyrek görüldüğü söylenebi­lir. Osmanlıda farklı unsurların birlikte yaşamasını mümkün kılan sistem ve bu sistemin kavramları, günümüz dünyasının kavram ve önceliklerinden farklıdır. İmparatorluğun değerle­ri adaleti, rıza ve ihtiyar olmayı modern dünya ise hürriyeti öncelemektedir. İmparatorluğun hemen her bölgesinden ve çok çeşitli etnik unsurlarından gelen devlet adamları, ulema sınıfı mensupları, tarikat şeyhleri ve edebiyatçılar gibi toplum­da önemli bir yere sahip olan kimselerin Buharî, Pargalı, Kay­serili, Erzurumlu, Merzifonlu, Nevşehirli, Lofçalı, Bayburtlu, Halebî gibi sıfatlarını tüm Osmanlı topraklarında kullanabilmiş olmaları, bölgesel ve etnik ötekileştirmenin önemsiz olduğunu göstermektedir. Bu kimselerin bu sıfatlan taşımaktan ne iftihar ettikleri ne de yüksündükleri, sadece otantik köklerine işaret ettikleri neredeyse kesindir.

Bu kültürün nasıl oluştuğu hakkında, İslamiyet’in Arap Ya­rımadası dışına taşınmasındaki seyrine yönelik iktisat tarihçisi Heyd’in görüşleri dikkat çekicidir. Müslümanların savaş sıra­sında dahi ekilmiş topraklan ve toprağa bağlı olan halkı gözet­meleri, fethettikleri ülkelerde egemenlik haklarını sıkılganlıkla örgütlemeleri, gittikleri yerdeki yerel kültürü ve hukuku örfî hukuk olarak tanımaları sadece fetih sürecini ve İslamiyet’in kabul edilme sürecini hızlandırmaz, aynı zamanda ticari ha­yatı ve ekonomik gelişmeyi de teşvik eder. Dünyanın değişik yerlerinden gelen insanların kaynaşmasını temin eden haccm, iktisadi kalkınmayı hızlandırdığını iddia eden Heyd, bu kal­kınmayı da üretime yani el emeği ihtiva eden metalara değer verilmesi ve Kur’ân-ı Kerim’e göre Cenab-ı Hakk’m bundan hoşnut olması ile ilişkilendirir.

Goodwin, belli Arap kabilelerinin hâkimiyetinde olan Şam’dan farklı olarak Hilafet’in merkezi olan Bağdat’ın, Arap- lardan başka Türkmen, Hint, Acem ve başka unsurları da içer­mesinin İslam’ın evrenselleşmesindeki rolü üzerinde durur. Ona göre Bağdat merkezli olarak kurulan Abbasi Devleti’nin (750–1258) dili Arapça olmuşsa da, çok kültürlü karakterinde Arap kanı gittikçe seyrelmiş tir. İslam hukukundan bir sapma olarak değerlendirilen ve Emevî Devleti’nin yaygın olarak istis­mar ettiği mevâlî uygulamasına karşı çıkan Abbasiler, eşitlik ilkesine önem vermişlerdir. Abbasi Devleti, 1258 yılındaki Moğol istilasını takiben dağılmaya başlamış, bilim, sanat, ke­lam, idare ve mimari gibi alanlardaki birikimi Çin’den Ispan­ya’ya kadar dünyaya dağılmış, askeri dehası ise İslamiyet’i Doğu Avrupa’nın derinlerine kadar taşıyacak Türklere aktarılmıştır.

Birlikte yaşama kültürünün inşasında tarikatların, Selçuklu devrinde ve Osmanlı Beyliği’nin devlet olarak teşekkülünde kurucu unsurlardan olmasının büyük payı olduğu görülür. Tarikatların bu etkisinin, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi sa­yesinde, Şiî ve Sünnî karşıtlığını önemsizleştirdiği iddia edi­lir. Şihabeddin Sühreverdî (ö. 1234), Evhadeddin Kirmanî (ö. 1237), İbn Arabî (ö. 1240), Şems-i Tebrizî (ö. 1247), Ahi Evran (ö. 1261), Mevlâna Celâleddin Rûmî (ö. 1273), Sadreddin Ko- nevî (ö. 1273), Yunus Emre (Ö.1342) gibi düşünürler, yalnızca halkın değil devlet adamlarının üzerinde de tesirli olmuşlar ve gayrimüslimlere yönelik devlet davranışını şekillendirmişler­dir. Bir dizinde bir ceylanı diğerinde bir aslanı sulh içinde tutabilmekle tasvir edilen Horasan Erenleri’nden Hacı Bektaş-ı Velî’nin, Anadolu’nun İslamlaşmasındaki rolüne Evliya Çelebi işaret etmektedir. Barkan, bu süreci, “Osmanlı İmparatorluğu teessüs etmeğe başladığı zaman, bu kadar geniş hudutlar için­de kaynaşmakta olan bir âlemin dört bucağında tekevvün eden dini ve sosyal cereyanları, bilgi ve tecrübeye sahip insanları ve manevi kuvvetleri kendi arkasında buldu.” cümlesiyle özetler.

Barkan’a göre Köprülü, imparatorluğun muhtelif unsur­lardan oluşmasını, her büyük imparatorluk için sarayın bir müddet sonra atsızlar ve soysuzlardan mürekkep bir Kapu- kulu sınıfı yaratması ile açıklar. Bu durum Abbasi ve Bizans Devletlerinde olduğu gibi Osmanlıda da kozmopolitleşmeyi beraberinde getirmiştir. Kozmopolitleşme ise geniş kitlelerin merkeze yönelik nza ve beklentilerini artırdığı gibi devletin meşruiyetini de derinleştirmiştir. Guy Burak, Abbasi ve Osman­lı hukuk sistemlerindeki benzerliğe işaret ederek Osmanlılann da Abbasiler gibi Hanefi Mezhebini takip ederek, hukukun üstünlüğü ve yargıçların bağımsızlığı ilkesini tatbik ettiğini id­dia eder. Dil konusunda da, Abbasi Devleti’nin sözü edilen birikiminin Osmanlı tarafından devralmdığı ve sürdürüldüğü görülür. Kamus-i Türkî’nin dayandığı eserlerden birisinin, Ab­basiler devrinde yazılmış olan Hulasa-i Abbasi Lügati’ olması, bu tevarüsün ve uzun dönemli etkinin önemli bir göstergesidir.

Fatih’le başlayan klasik dönemde gayrimüslimlerin du­rumu, İslam hukukunun bir gereği olarak kanunî bir zemi­ne oturtulmuştur. Bir bölgenin Darü’l İslam’a katılmasından sonra buradaki kitap ehlinin bir ahitname, hukuk ve himaye bahşedici bir ahit ile İslam devletinin idaresi altına girmesinden doğan bir teşkilat olarak tanımlanan Osmanlı millet sistemi, gayrimüslimlerle birlikte yaşamayı mümkün kılan bir yapıdır. Lewis, Ortadoğu’daki gayrimüslim nüfusu değerlendirirken, İslam İmparatorluğu’nun kurulmasıyla bölgede Hristiyan nüfu­sun yok edilmediğini, bölgeye Haçlılar gelene kadar Müslüman komşuları ile birlikte barış içinde yaşadıklarını belirtir. Ancak Haçlıların çatışma ve şüphe miraslarının bu ilişkiyi bozduğu kaydedilir. Lewis, Batıkların bölgeye tekrar girişlerinde aynı Hristiyan tebaanın, Batının giriş kapısı olduklarını da kayde­der. Basra ve Bağdat’ta İngiliz konsoloslarının, herhangi bir sebeple yerlerinden ayrılma durumunda vekil konsolos olarak yerlerini hemen her zaman Osmanlı tebaası Ermeni tüccarlara bırakmaları, Konsoloshane personelinin aynı insanlardan seçil­mesi, Lewis’in iddiasını desteklemektedir.25

Batıkların Osmanlı ülkesine girişlerinde Hristiyan tebaa­nın nasıl rol oynadığıyla ilgili dragomanlık mesleği önemli bir örnek oluşturmaktadır Avrupalı devletler dragoman, acente, perakendeci ve denizci gibi personellerini Osmanlı tebaası olan gayrimüslimlerden seçerler. Dragomanlann bir himaye/ protege-sistemi ile “beratlı” olarak konumlandırılması, hem Osmanlı tebaası olma vasfını muhafaza etme hem yabancı dev­letler için çalışma hakkını sağlamıştır. Ancak iki hukuki statüyü aynı anda elinde bulundurma hâli, istismar edilmiştir. 1795’te İngiltere büyükelçisi Robert Liston, bazı dragomanlann ellerin­deki patenti dahi okuyamadıklarını rapor etmiştir27 Hristiyan unsurların ayrıcalıklı ve Avrupalılar lehine konumlanışı, 1856 Islahat Fermanı ile gelen haklarla da birleşince Osmanlı tebaa­sının tepkisi ile karşılaşmış, ancak bu hakların artırılmasından kaynaklı çatışmaların, gayrimüslim unsurların kendi aralarında daha yaygın olduğu görülmüştür.

Birlikte yaşama kültürünün hem geliştirildiği hem de uy­gulandığı bir serhat eyaleti olan Bağdat, belki de bu özelliği yüzünden de bu kültürün bozulmasında rol oynamış yabancı müdahalelerin hedefi hâline gelmiştir. Bu yabancı müdahaleler, o tarihe kadar birlikte yaşayabilmiş farklı unsurların aralarına husumet sokulması, müreffeh “yeni hayatlar” vaat edilmesi, dönüştürülmesi ve araçsallaştırılmalarıyla gerçekleştirilmiştir.

Osmanlı Bağdat’ında Birlikte Yaşama Kültürü ve Yabancı Müdahaleler

Osmanlı Irak’mda çeşitli etnik ve dinî unsurlar ve bu un­surlar üzerinden bu coğrafyaya nüfuz etmeye çalışan yabancı müdahaleler olmasına rağmen Bağdat Valilerinin, burada siyasi varlıklarını ve görece istikran sürdürebilmeleri, millet siste­minden başka siyasi yetkinlikleri, becerileri ve güçlü devlet adamları olmaları ile de ilgilidir. Zira, yabancı müdahaleler ve reformlar, bu sistemin dokusunu hasara uğratmış fakat Bağdat Valileri, merkezin de katkısıyla, istikrarı temin etmek için yeni şartlara değişik ölçülerde uyum sağlayabilmişlerdir.

Lloyd, 1500’lere kadar İran nüfuzu nedeniyle baskı altında olan sünnî ve gayrimüslim unsurların statüsünün normalleş­mesini, Osmanlı idaresinin Bağdat’ta tesis edilmesi ile başlatır. Dört sünnî mezhepten biri olan Hanefiliğin kurucusu İmam-ı Âzam Ebû Hanife ile büyük mutasavvıflarından Abdülkadir Geylanî’nin türbelerinin Bağdat’ta bulunması ve aynca Hindis­tan Müslümanları ile bağlantı noktası oluşturması, bölgenin Osmanlı Devleti açısından önemini artırmıştır. Safevî Devle­tinin, Osmanlının Doğu ile-Türkistan ve Hindistan’a temas etmesini önleyecek coğrafi bir blok olarak konumlanışı, bu bloğu aşmak için Osmanlı Devletinin Basra Körfezinde siyasi etkinliğini zorunlu hâle getirmiştir. Hz. Ali’nin mezarı ve ate- bât tabir edilen Şiîlerin kutsal mekânlarının ve Necef, Kerbelâ, Kâzımiye ve Samarrâ gibi şehirlerde Şiî imamların mezarlarının bulunması ise Şiî Müslümanlar açısından Bağdat’ın önemine işaret etmektedir.

Sultan Süleyman’ın Halife-i Rûy-i Zemin sıfatını taşımaya başlamasıyla tüm dünya Müslümanlanna verdiği kapsayıcı mesaj kadar, 1534’de Bağdat’ı fetheder fethetmez yukarıda zik­redilen dinî mekânları ziyaret etmesi ve onanmlannı yaptırma­sıyla Bağdat Şiîlerine verdiği mesaj da önemlidir. 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşmasından sonra 1732, 1743 ve 1747 tarihlerinde İran’ın Bağdat’a girme çabaları akim kalmış ve İran-Bağdat Eyaleti sının 1890 yılma kadar küçük çaplı sınır mücadele­leri haricinde istikrarını korumuştur. 1650’lerde Bağdat’taki Osmanlı idaresi modern Arabistan’ın toprakları olan Necid ve Ahsa’ya kadar uzatılmış, şiî ve sûfi pratiğini sapma olarak kabul edip Osmanlı idaresini reddeden Necid kökenli Vahha- bilerin 1801’de Kerbelâ ve Necef gibi kutsal bölgelere saldırılan durdurulmuştur. En etkin Bağdat Valilerinden birisi olan Davut Paşa (1817–1831), dinî bilgisinin enginliği sayesinde sünnî ve şiî ulema ile devlet ilişkilerini etkin bir şekilde yönetebilmiş, eyaleti Vahhabi akımından koruyabilmiş ve Vahhabiler’e karşı ulemanın desteğini devletin yanma çekebilmiştir.

Bölgede İngiliz görevli E Jones, bir mektubunda, Yahudile- rin ve Hristiyanlann başka yerlerde sahip olmadıkları imtiyaz­lara burada sahip olduklarını ve gayrimüslim unsurların fazla­sıyla hoş görüldüklerini kaydetmektedir. Ödemekle yükümlü oldukları yıllık vergilerin haraçtan ibaret olduğunu kaydeden F. Jones, bu verginin gayrimüslimleri, zavallı Müslümanların mecbur olduğu askerlik hizmetinden muaf tuttuğunun da altını çizmektedir. Yahudilerin tüm Osmanlı ülkesinde, diğer hiçbir Avrupa ülkesinde sahip olmadıkları toplumsal mevkilerinden bahseden E Jones, Osmanlı ülkesinde tüm Hristiyan mezhep­lerinin kendi kilise ve mezarlıklarının bulunduğunu da kaydet­mektedir. Massacre/ kılıçtan geçirme gibi uygulamaların ender olduğunu da belirten E Jones, bunun Müslümanlar da dahil sadece devlete karşı isyan eden gruplar için uygulandığını tes­pit etmekte, Hristiyanlann burada mutlak bir özgürlüğe sahip olmasalar da huzur içinde yaşadıklarım eklemektedir.

Bağdat’ta birlikte yaşama kültürü, bölgenin uluslararası siyasetin merkezine çekilmesi ve dünya güçlerinin buradaki siyasi hesaplaşmaları nedeniyle bozulmaya başlamıştır. Bu da bölgedeki farklı unsurları himaye etmek suretiyle kendi yanla­rına çekme çabasıyla gerçekleşmiştir. Bağdat’ta farklı unsurların himayesi önce Fransa-İngiltere daha sonra Rusya-İngiltere nü­fuz mücadelesinin bir uzantısı olarak ortaya çıkar. İngiltere’nin Doğu’ya yönelmesinin arkasındaki sebepleri, bu ülkenin Kuzey Amerika’daki kolonilerini kaybetmesi ile açıklayan Perry, bu süreçte misyonerliğin rolünü bir nüfuz artırma aracı olarak ta­nımlar. Katoliklerin Fransız Devrimi nedeniyle güç kaybetmesi, protestanlann güçlenmesi ile sonuçlanmıştır. Katoliklerin nüfuz boşluğunu ulusal kiliseler üzerinden dolduran ulus devletler, misyonerlik faaliyetlerini ulusal çıkarları doğrultusunda kul­lanmışlardır. Protestan misyonerlik faaliyetleri, sömürgeciliğin bir aracı hâline gelmiştir. Misyonerliğin başlangıçta Yahudileri hedeflediği görülmektedir. London Society, İngiltere’nin mis­yonerlik faaliyetlerini yürüten en önemli kurumdur. Avrupa Yahudilerine yönelik faaliyetlerinden sonra Osmanlı toprakla­rında yaşayan Yahudiler de topluluğun ilgi alanına girmiştir.

İngiltere’nin Bağdat Konsolosu Jones, 1798’de Bonapar- te’nin Mısır’ı işgalini takiben, Bağdat’ı Fransız unsurlardan temizlemek üzere bölgeye atanır. Jones’un halefi Rich (1808–1821) ise atandığı tarihten itibaren Bağdat’ın gayrimüslim un­surlarını Bağdat Valisi aleyhine kışkırtmaya başlar. Misyoner­lik faaliyetlerini de yönlendiren İngiltere Bağdat Konsolosları, Fransızlardan sonra Rusya ile rekabet etmeye başlarlar. Kural bellidir: Daha çok unsuru kendi tarafına çeken devlet, Bağ­dat’ta daha fazla nüfuz elde edecek ve Uzak Doğu üzerinde etkin olacaktır. Avusturya Manastırı’nm 1815’te Rich’e Bağdat Katoliklerinin himayesi ruhsatını vermesi, Bonaparte’a karşı Avusturya-İngiltere ittifakının bir uzantısıdır. Heterodoks Ye- zidiler de Rich’in ilgi alanına girer. Rich, Yezidileri cesur, canlı ve misafirperver olarak tanımladıktan sonra İngiliz yönetimi altında onlardan pek çok mana çıkartılabileceğini belirtir. Ba­yan Rich’in, kralın doğum günü kutlamalarına Bağdat halkının iştirak edişine yönelik değerlendirmesinde, İngiltere Kralı için Bağdat halkının yeni padişahı tabirini kullanabilmiş olması ve Rich’in Yezidilere yönelik görüşleri, hülasa kendilerine biçtik­leri veya verilen misyonun kapsamı ile resmî görev kapsamları açık bir çelişki hâlindedir. Bu faaliyetlerin Davut Paşa tarafın­dan fark edilmesi ise konsolosla Valinin karşı karşıya gelmesiyle ile sonuçlanmıştır.

Rich’ten sonra Bağdat Konsolosu olan ve Ermeni tebaadan bir hanımla evli olan Taylor’un (1822–1843) Bağdat Erme- nileri ile olan ilişkileri artık organik ilişkilerdir. Şiraz’da okul müdürü olarak görev yapacak Zaremba adında bir Ermeni’nin maaşı, Misyoner Groves ve Taylor tarafından ödenir. Bu kardeş­lerinin yeterince Hristiyanlaşmadığım imlemek için Zaremba, hâlâ keskin bir Ermeni bulunarak eleştirilmektedir. Ermeni tüccarlann bu süreçte din kitapları ticaretiyle iştigal ettikleri görülmektedir. Gerek İran gerek Osmanlı Devleti’ndeki kiliseler ve buralardaki papazlarla kadim ilişkileri olan Ermeni tüccarla­rın, kitap ihtiyacı konusunda neredeyse bir tekel gibi çalıştıkları görülmektedir. Bağdat’ta Alman Yahudilerinin faaliyetlerini de gözlemleyen ve onlarla rekabet içinde olan Groves, Bağdat Ya- hudilerine İngilizce ve Eski Ahit öğreterek onların tanassuruna vesile olacağına inanır. Bağdat Yahudilerinin misyonerlik faali­yetlerine karşı, buralı Müslümanlardan ve Hristiyanlardan daha tepkisel olduğu da kaydedilir. Diğer taraftan yoksul Yahudi çocuklarının eğitim ihtiyaçlarının bir fırsat olduğu, acilen onla­ra İbranice olarak eğitim verecek personele ihtiyaç duyulduğu, bunun tanassur etmeleri için çok önemli bir aşama olacağı ifade edilmektedir. Bağdat’ta birçok Yahudi’nin İngiliz himayesinde olmasının işlerini kolaylaştıracağı da eklenmektedir.

1848–1849 senelerinde “London Missionary Society” tara­fından ilave bir görevle görevlendirilen devrin Bağdat Konso­losu Rawlinson (1843–1849 ve 1851–1855), bu maksatla Hristiyanlann yaşadığı bölgelerde araştırmalar yapar. Kendisinden Hebrew lisanındaki birikimi noktasında da istifade edilir. Bir mektubunda Türk Ermenistan’ı diye bahsettiği bölgedeki Ermenilerin pozisyonuna yönelik değerlendirmeler yapar. Bu durum bir taraftan da Kırım Savaşı sonrasında Paris Konferan­sındaki gayrimüslim tebaaya yönelik konuların savaş sürecinde belirginleşmeye başladığına da işaret etmektedir. İngiltere’nin bu süreçte çekindiği konulardan birisi de, Rusların, Ermenileri kendi taraflarına çekerek Hindistan’a giden yeni bir kanalın bu vesileyle açılmasıdır.

1856 Paris Konferansı, meseleye bir de dinî boyut kazan­dırır. İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde reform­ların uygulanmasının takibi çerçevesinde Hristiyan tebaanın himayesine soyunacaktır. Bağdat Vilayeti’nde 1856’ya gelin­diğinde Konsoloshane ile gayrimüslim tebaa arasında iktisadi çıkarlara da dayanan bir işbirliği çoktan tesis edilmiştir. Ko- cabaşoğlu’nun Islahat gözcülüğünden reform jandarmalığına geçiş olarak nitelendirdiği bu süreçte, konsolosların istihbarat ve denetim fonksiyonu, İngiltere’nin Osmanlı içişlerine müda­hale hakkını meşru hâle getirmiştir. İngiltere, 1798’den beri himaye ederek kendisine bağlı ve bağımlı kıldığı gayrimüslim unsurlar üzerinde Paris Konferansı ile üstlenmiş olduğu reform jandarmalığı rolünü icra edebilecektir. Gayrimüslim tebaanın himayesi İngiltere açısından Irak içişlerine müdahil olmanın bir aracı olmakla beraber stratejik bir önem de taşımaktadır. Rawlinson’m, özellikle Kırım Savaşı öncesinde ve sırasında Rus­ya’nın Hindistan’a ulaşma noktasında Irak gayrimüslimlerini kendisine basamak olarak kullanma tehlikesi ve Rus ajanlarının faaliyetlerini düzenli olarak İngiliz Dışişlerine rapor etmesi, savaş sonrası için İngiltere’nin Hristiyanlann himayesi nokta­sındaki farkmdalığım artırmıştır.

Ancak Hristiyanlann bu şekilde himaye edilmesi Kürtle- rin, özellikle Musul ve Süleymaniye’de tepkisi ile sonuçlanır. 16 Mayıs 1854 tarihinde Musul Amerikan Misyonerlerinin bölgedeki İngiliz konsolosları ile işbirliği ve bu cemiyetlerin Konsolosluğun buradaki birikiminden istifade ettiği değişik kaynaklar tarafından teyit edilmektedir. Başka bir evrak, Mu­sul’da Kürtlerin isyanı ekseninde Fransız-İngiliz işbirliğini de göstermektedir. Böylece Fransa karşıtlığı ile başlayan Bağdat temsili, 60 sene sonra Hristiyanlann Rus nüfuzuna karşı hima­yesi için Fransa işbirliği ile devam etmiştir.

Bağdat’ta toplumsal dokuyu temelden sarsan ve sıkıntıları günümüze kadar süren Şiî unsurların kışkırtılması, İngiltere tarafından muhtelif araçlar kullanılarak yapılmıştır. Bunlardan biri de, Hindistan’dan Sultan Gaziuddin Haydar’m (1814­1827) Necef ve Kerbela mücahitlerine dağıtılmak üzere ba­ğışladığı ve Oudh Bequest adı verilen, dağıtımı 1840’lardan I. Dünya Savaşı’na kadar sürecek olan büyük çaplı hayırdır. Longrigg’in “İngiltere’nin hayırseverliği” olarak takdim ettiği66 Oudh Bequest konusunda Litvak, farklı düşünür. Ona göre bu bağış, Şiî ulemanın Bağdat’taki önem ve kullanışlılığını anlayan İngiltere tarafından istismar edilmiş ve mirasa tevarüs edenler İngiltere’nin yanma çekilmiştir.

İngiliz Konsolosları gayrimüslim tebaadan başka Kürt ve Arap aşiretlerini de kendi yanlarına çekme yoluna gitmişler­dir. Bağdat Valileri, kuzeyde Kürt aşiretlerini, oluşturdukları siyasi ve askerî mutabakatın bir parçası hâline getirdikleri an Bağdat’ta siyasi istikrarı ve de İran sınırında sükûneti temin etmişlerdir. Nevvar, Rich’in Süleymaniye’de Baban Beylerini birbirlerine karşı kışkırtması sonucu bu beylerden Abdullah Paşa’yı kendi tarafına çektiğini tespit eder. Rich, Süleymaniye Mütesellimi Mahmut Paşa’nm Davut Paşa’ya anlaşılmaz bağlılı­ğının ve saygısının sadece dinî duygularından kaynaklandığını belirterek Mahmut Paşa’nm Davut Paşa’dan “Efendimiz” diye bahsetmesini melankoli olarak değerlendirir.69 Kınm Savaşı sırasında ise Ruslar ve İngilizler Kürtleri kendi taraflarına çekme kavgasına girerler.70

Sonuç

Bağdat’ta Arap aşiretlerinin Osmanlı aleyhine kışkırtılmaları ve İngiltere tarafına çekilmeleri, Batı tipi Arap milliyetçiliğinin doğmasını ve buradaki sistemle çatışmasını da beraberinde ge­tirmiştir. Doğal olarak mevcut yapıyla Batı tipi milliyetçilik ara­sında hem terim hem de tarihî arka plan açısından da uyuşmaz­lıklar olmuştur. Bizatihî millet sözünün (nation) ve milliyetçilik (nationalisme) gibi terimlerin tercümesi olamayacağı açıktır. Babıâli ise bu yabancı müdahalelere Tanzimat’ın bölgede uy­gulanması, Mekteb-i Sultanîlerin yaygınlaştırılması, aşiretlerin iskânı, tanmm modernleştirilmesi gibi merkezî reform politi­kalarıyla mukabele etmiştir. Kurşun’a göre BabIâli’nin, eyaletin merkezle bağını güçlendirme siyasetinin uzantısı olan reform­lar, İngiltere’nin nüfuz kurma tazyikini artırmıştır. Ortaylı, 19. yüzyılda Osmanlı millet teşkilatının yeniden düzenlenmesini; asnn çetin şartlan da göz önüne alındığında, dahiyane bir buluş olarak değerlendirir. 73 Özetle II. Abdülhamit devrinin, eğitimin geliştirilmesi, tanm ve idari alandaki reformlar ve Aşiret Mek­tepleri gibi uygulamalarıyla, Bağdat’taki birlikte yaşama kültürü restore edilmeye çalışılmış, ancak bu kültür I. Dünya Savaşı ile birlikte ortadan kaybolmuştur.

Kendisi de Iraklı olan Tikritî, Osmanlı yönetiminin bu çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü bölgedeki başarısını, I. Dün­ya Savaşı’ndan bugüne değin yaşanmış gelişmelerin de ışığın­da şöyle değerlendirmektedir: “19. yüzyıl’m sonlarında bugün Iraklı denen insanların çoğunluğu, kendilerini, Basra’dan Bos­na’ya, Kars’tan Kahire’ye kadar uzanan Müslüman Osmanlı teşebbüsünün üyeleri olarak hissederlerdi. Osmanlıdan bugüne Irak’ıyöneten modernyöneticilerin, dört yüz sene boyunca bu­rayı yöneten Osmanlıların başardığı bağlılık ve birlik seviyesine ulaştıkları hayli şüphelidir. Irak’ı Osmanlılardan başka hiçbir güç, ne Babilliler ne Asurlular ne Acemler ne Romalılar ne Part­lar ne Sasaniler ve hatta ne Abbasiler bu kadar uzun süre ve bu kadar iyi yönetebilmişlerdir.” Bu kültürün yabancıların müda­halesiyle ortadan kalkması sürecinde paradoksal bir şekilde ve Tikriti’nin ifadeleriyle bir yandan İstanbul’da Mekteb-i Mülkiye gibi okullarda eğitilmiş Arap idareciler Osmanlı’ya karşı İngiliz teşvikiyle Modern Irak’ı kurmuş, diğer yandan Altıncı Ordu-yu Hümâyûn’da tecrübe kazanmış ya da Mekteb-i Harbiye’de eği­tim görmüş Arap subay ve askerler de aynı dönemde Çanak­kale’de şehit düşmüşlerdir. Himaye ve misyonerlik faaliyetleri ile yeni bir hayata inandırılan gayrimüslim tebaanın çoğunluğu ise yurtlarım terk ederek başta Amerika olmak üzere çeşitli Batı ülkelerine göç etmişlerdir.

Dr. Nurcan ÖZKAPLAN YURDAKUL

Kaynakça

  1. Meselâ bk. el-Enfâl 8/63; İbn Hanbel, el-Müsned, II, 400; V, 335.
  2. Âl-i İmrân, 3/113–115.
  3. 23 Amerikan deniz tarihçisi A.T. Mahan’m 1902’de icat ettiği ‘Orta Doğu’ ifadesine kadar bölgeyi tanımlamak için kullanılan ifade ‘Yakın Doğu’ kavramıdır. Bu ifade, Arabistan’la Hindistan arasındaki bölgeyi; Basra Körfezini ‘merkez’ olarak konumlandıran bir anlayışla geliştirilmiştir. Lewis’e göre İngilizler ‘Near/Yakm’ sıfatını her şeye rağmen bölgeyi