Ölüm Rabıtası Nedir, Bilir Misiniz?

Bakınız, yeryüzünde altı milyar insan yaşadığı söyleniyor. Belki de daha fazla. Hz. Adem ve Havva’dan bu yana ne kadar insan geldiğini ise hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Yani yeryüzüne gelen kaçıncı insan olduğumuzu hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama …

Bakınız, yeryüzünde altı milyar insan yaşadığı söyleniyor. Belki de daha fazla. Hz. Adem ve Havva’dan bu yana ne kadar insan geldiğini ise hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Yani yeryüzüne gelen kaçıncı insan olduğumuzu hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama bildiğimiz kesin bir şey var. Bütün insanlar birer anneden dünyaya geldiler. Ve yine sayılarını bilemeyeceğimiz nice anne, dünyaya bir can taşırken yaşamını yitirdi. Kim bilir nice can da daha dünyayla tanışmadan yaşamını yitirdi. Hayat ölümle iç içe… Ölüm açısından bakabildiğimizde hayatın çizgileri derinleşiyor, dünyanın sınırlarını aşıyor. Ölümü çekip aldığımızda, yok saydığımızda; hayat boşalıyor, yaşanabilir özelliğini koruyamıyor, kaldırılamaz bir yüke dönüşüyor, ağırlaşıyor… Ölüme çok değişik öğretilerin pencerelerinden, çok değişik düşüncelerle bakabiliriz ama onun hayat için elzem olduğu gerçeği değişmez.

Ölüm rabıtası nedir, bilir misiniz?İnsanın bir köşeye çekilip ölümü, dahası kendi ölümünü temsilî olarak yaşamasıdır. Bir derviş, ölümü temsilen her gün yaşar. Yaşadığı günün etkisiyle her gün değişen bir temsildir bu. İnsanların ölümle buluştukları her yerde ve her şekilde temsilî olarak ölümü yaşayabilir. İnsanların genellikle doğdukları yerlerde öldükleri zamanlar geride kaldı. Bir Çemişgezekli Ren Nehri’nde boğularak ölebilir. Bir New Yorklu Gelenbe yakınında bir trafik kazasında gidebilir… Evet, bunlar oluyor artık. Bilmem kaç feet yukarda, ya da bilmem kaç feet aşağıda ölebiliyor insanlar. Tıpkı bir hastane koğuşunda ya da evlerinde, kendi yataklarında ölebildikleri gibi.

Ölüm rabıtası, geride kalan ömrün ve geride kalan günün muhasebesini yapmanın yanında; asıl, işin esasını ve hayatın devamının önemini kavramak için yapılır. Şöyle bir düşünün: bir adam ölümün eşiğinde, yanındakiler durumu kavradıkça telaşlanıyorlar. Yüzlerine korkunun gölgesi oturmaya başlıyor. Birisi, kimlere haber verilmesi gerektiğini akletmeye çalışıyor. Birisi, doktor çağırmak için artık çok geç olduğunu düşünüyor birisi, mirastan alacağı payının derdine düşmüş bile. Belki bırakacak mirası da yok. Karısı, kadın başına ev kirası, bakkal vs. borçlarının, mezarlık, defin masraflarının altından nasıl kalkacağının korkusunu yaşamaya başlamış bir taraftan. Kendi hayatı bütün ayrıntılarıyla bir çırpıda geçiyor gözlerinin önünden. Hiç yaşamamış gibi bir duyguya kapılıyor. Yaşamında bıraktığı bütün boşluklar kabarıyor, sarf ettiği sözler ve bütün fiilleri mücessemleşiyor, üstüne üstüne geliyorlar… Bütün doğru sözleri ve doğru fiilleri temiz giysiler içinde, onlara tutunmaya çalışıyor. Ölüm meleği gelmiş, başucunda duruyor. Kızı kendini toparlayıp Kur’an okumaya başlamış. Birisi şahadet kelimesini telkin ediyor. Bütün yüzlerde çığlık öncesi sessizlik. Doyamadığı, kıyamadığı küçük oğlunu arıyor gözleri. Ama o, arka sokakta arkadaşlarıyla top oynuyor. Topa tam vurmak üzere… Top camı kırıyor… Camı kırılan eve girmekte olan bir adam küfürler savurarak çocukların üzerine yürüyor, bütün çocuklar kaçıyorlar, onun oğlu donup kalıyor… Şimdiye kadar tatmadığı, yeri göğü dolduracak bir acı şiddetini arttırarak yükleniyor; ölüm meleği göğsüne eğilmiş… Ağlayarak ezan okuyan oğlunun sesi, kızının Kur’an okuyan sesine karışıyor… Telkini bir kez daha duyuyor… Şahadet kelimesini heceliyor… Acısı diniyor… Kopan çığlık, bayılıp düşen karısının üzerine bir kâbus gibi örtülüyor. Yediği tokatla burnu kanayan küçük oğlunun kulağını bırakmayan adam ısrarla zile basıyor… Ruhu bir süre kalıyor odada; terk ettiği hareketsiz bedenine ve çaresizlik içinde çırpınan ailesine bakıyor… Bahçede, bir kazanın altına ateş verilirken ayrılıyor odadan. Ait olduğu yere doğru yolculuğa başlıyor. Sıcak yatağı, odası, evi, mahallesi, şehri, ülkesi ve dünya yavaş yavaş aşağılarda kalırken mahalle camiinin minaresinden kendi ölüm haberinin ilanı, duyduğu en sonses oluyor: “Dua ve selâm seninle olsun; efendimiz, dayanağımız, dostumuz, ey Allah’ın elçisi Muhammed!.. Dua ve selâm seninle olsun; efendimiz, dayanağımız, dostumuz, ey Allah’ın sevgilisi Muhammed!.. Dua ve selâm seninle olsun; efendimiz, dayanağımız, dostumuz, ey öncekilerin ve sonrakilerin efendisi Muhammed!.. Ve övgü: Alemlerin sahibi olan Allah içindir!”

Arkada kalanlar cansız bedene kapanıp bir süre ağlıyor, toplananlar onun etrafında toplanıyorlar. Ama artık o, toprağa verilmesi gereken bir emanettir. Yıkanıp abdest aldırılır, beyaz örtülere sarılır, namazı kılınır, tekbirlerle omuzlarda taşınır ve Kur’an okunarak toprağa verilir.

Ruh ve beden birbirlerinden ayrılmışlar ve ait oldukları yerlere gitmişlerdir.

Bu hali temsilen yaşayan insan için hayatın kanıksanmışlığından söz edilemez. Çünkü o, bu temsilî halden sonra hayata yeniden gelmiş gibidir. İnsanları yeniden ilk kez görecek, doğruların ve yanlışların ilk kez tanığı olacak, hayatı yeniden ilk kez algılayacak, hayata ve kendine ilişkin ödevlerden kaçmayacaktır.

Beden topraktan yaratılmıştır, yeryüzünü sever. Gıdası topraktandır; ölümü ve yaratılışı bir arada yaşıyordur aslında… (Hücrelerimiz bir taraftan yok olurken, bir taraftan yeni hücrelerimize kavuşuyoruz) Bedenin yolculuğu kendi aslınadır. ‘Ölüm’ diye nitelediğimiz son, bedenin toprağa kavuşmasıdır. Yunus’un deyişiyle “Bu can gövdeye konuktur”, yani ruh buraya ait değil. O, Allah’ın emrindedir. Konukluk süresi (ki bunu biz bilemeyiz) dolunca, bedenin ölümü olan son gelmiş demektir. Ruh için ise geldiği yere dönme, kavuşma vaktidir. ‘Çok Sesli Bir Ölüm’de Rasim Özdenören “ölüm insanın kendi öz yurduna terhisidir” der.

Söz uzadı… Hasılı; hayatın, benim anladığım ötesi-berisi böyle işte. Eğer duvardan söz ediyorsak, onun bir ötesi olduğunu bilerek söz ediyoruzdur. Aksi halde duvardan söz edemeyiz. Duvarın ötesini algılayabiliyorsam, duvarı kavrıyorum demektir. Duvar ‘somut’, duvarın ötesi ‘soyut’tur. Bir odada isem, duvarlarla çevrili bir yerdeyim demektir. Duvarda bir de “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn” levhası varsa bu oda benim odamdır. Ötesi ile duvarları, duvarlarla odayı ve odada olanları kavrarım. Ötesinin konumu, odanın konumu, odada olanların konumu, kendi konumum netleşir. Odamı sahiplenirim. Artık fazla olanı, eksik olanı görebilir, her şeyin yerli yerinde olup olmadığını tartışabilirim. Mesela, masaya geçip çizgimi çizebilirim.

Hasan Aycın