Tarihçi ve akademisyen Erhan Afyoncu tarafından sosyal medya platformlarında düzenli olarak paylaşılan değerli tarihî içeriklerin bir derlemesini sunmaktadır. “Tarih Günlüğü” başlığı altında toplanan bu yazılar, Türk tarihinin farklı dönemlerine ışık tutan, kaynak temelli ve bilimsel verilerle desteklenen özgün araştırmaları içermektedir.
İçindekiler
- Mevlid Kandili
- Osman Gazi’nin Mirası
- Büyük Taarruz, Türk Tarihinin Son Asırlardaki En Önemli Taarruzudur
- Anadolu’yu Türkiye Yapan Malazgirt Savaşı Dünya Tarihinin En Büyük Dönüm Noktalarından Biridir
- Doğu’dan Türk Göçü Durunca Osmanlı Dinamizmini Kaybetti
- Kara ve Denizlerin Sultanı
- İkinci Abdülhamid’in Müslümanları Bir Bütün Halinde Tutma Siyaseti ve Tek Dilde Hutbe Okutması
- Osmanlı’nın Avrupa’dan Üstün Organizasyon ve Ekonomik Gücü
- Osmanlı Beyliği Nüfus Üstünlüğü ve Gaza Anlayışı Sayesinde Cihan İmparatorluğu Oldu
- Osmanlı’nın Kuruluşunu Anlatan İlk Osmanlı Tarihi Kayıp
- Picasso Tablosu Değil Osmanlı Maliye Evrakı
- İsrail’in Arz-ı Mev’ud Hayali
- Tarih Hırsızlığı
- İki Büyük Türk Devleti Karşı Karşıya
- ‘Türkler’ Gelince Anadolu ‘Türkiye’ Oldu
- Osmanlı Padişahları Türk Olmakla İftihar Ederlerdi
- Türk Dilini Öğreniniz, Çünkü Onların Çok Uzun Sürecek Saltanatları Vardır
- En Büyük Yahudi Krallığı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kudüs Mutasarrıflığı Kadardı
Mevlid Kandili
Bu gece (03.09.2025) Mevlid Kandili. Türkiye’de ve birçok İslam ülkesinde mevlidler okunacak. Irak ve Güneydoğu Anadolu’da bir Türk beyliği kuran Beğteginli hükümdarlarından Muzafferüddin Kökböri’nin 1200’lerde düzenlettiği muhteşem mevlid törenleri, daha sonra İslam dünyasına yayıldı.
Mevlid Kandilimiz mübarek olsun. Mübarek Mevlid Kandili’nin Milletimize, İslam Alemine ve İnsanlığa hayırlar getirmesini Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.
Osman Gazi’nin Mirası
Osman Gazi 1324’te bir devlet kurucusu olarak vefat etti. Vefat ettiğinde arkasında fazla bir mal varlığı bırakmamıştı.
Koskoca bir imparatorluğun kurucusunun mirası şunlardı: “Bir at zırh takımı, bir tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çizme, bir kılıç, Alaşehir dokumasından kırmızı sancaklar, bir tirkeş, bir mızrak, birkaç at, misafirlerine ikram için beslediği üç sürü koyun”.
Büyük Taarruz, Türk Tarihinin Son Asırlardaki En Önemli Taarruzudur
Milli Mücadele’nin sonunda 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz, Türk tarihinin son asırlarındaki en önemli taarruzudur. Mustafa Kemal Atatürk’ün komuta ettiği Türk kuvvetleri, Büyük Taarruz ile 14 gün gibi kısa bir sürede Yunan Ordusu’nu denize dökmüştü. İmparatorluğun son dönemindeki askeri başarılarımıza bakarsak bunların savunma savaşları olduğunu görürüz. Plevne, Şıpka, Yanya savunmaları gibi.
Sarıkamış ve Kanal harekâtı gibi taarruzları ise kaybetmiştik. 9 Eylül’de Yunan ordusunun Ege’ye dökülmesiyle neticelenen Büyük Taarruz’da ise büyük bir zafer kazanılıp, Türkler’in Asya’ya sürülmesi ve topraklarının paylaşılması planı olan Şark Meselesi’nde Avrupa’nın son noktayı koyması önlenmiştir.
Anadolu’yu Türkiye Yapan Malazgirt Savaşı Dünya Tarihinin En Büyük Dönüm Noktalarından Biridir
26 Ağustos 1071 Cuma günü Selçuklu ve Bizans orduları Malazgirt’te karşılaştı. Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan, kendisinden daha büyük bir orduyu uyguladığı akıllı savaş planıyla mağlup etti. Malazgirt Zaferi, Bizans ordusunu ve mukavemetini çökertti ve Anadolu’nun kapılarını sonuna kadar Türkmenler’e açtı. Bizans’ın yediği bu büyük darbe, Türkmenler’in Anadolu’ya sel hâlinde dolmalarını sağladı. Anadolu “Türkiye” oldu.
Türkler’in Anadolu’yu vatan tutmalarından sonra izledikleri siyasi, askeri ve dini politikalar Ortadoğu’nun, Kafkasya’nın, Afrika’nın Avrupa’nın şekillenmesinde önemli rol oynadı.
Doğu’dan Türk Göçü Durunca Osmanlı Dinamizmini Kaybetti
9. yüzyılın ortalarından itibaren Türkler, Anadolu’da yerleşmeye başlamışlardı. Asıl yerleşme ise 1071 Malazgirt savaşıyla oldu. Malazgirt’ten sonra Anadolu ile Türkistan arasında bir göç kanalı oluştu. Türkmenler, büyük kitleler hâlinde Anadolu’ya gelmeye başladılar. Türk göçü birkaç asır sürdü. Anadolu’ya en büyük Türkmen dalgalarından birisi 13. yüzyılda Türkistan’ın Moğol istilasına uğramasından sonra gerçekleşti.
Osmanlı Devleti, Doğu’dan mütemadiyen devam eden Türkmen göçü sayesinde kuruldu ve büyüdü. Fethettiği yerlere kalabalık Türkmen kitleleri yerleştirebildiği için Rumeli vatan oldu.
Türkmenler’in göçü 16. yüzyılda Safevî Devleti’nin kurulmasına kadar devam etti. Safevî Devleti’nin kurulmasından sonra Türkistan ile Anadolu arasındaki bu göç kanalı kapandı. Osmanlı Devleti, Orta Avrupa’da yeni fethettiği yerlere yerleştirecek Türk nüfusu bulamadığı için bu bölgelerdeki hakimiyeti Balkanlardaki kadar kuvvetli olmadı. Osmanlı Devleti göç durunca dinamizmini kaybetti.
Kara ve Denizlerin Sultanı
Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyılda denizlerde büyük bir güç hâline gelince dünya siyasetinde önemli bir aktör oldu. Denizlerin tarihimizde yeri oldukça az gibi görünür ve Türkler’in tarih boyunca denizlerden uzak kaldığı anlatılır. Bunun sebebi denizcilik tarihimizle ilgili fazla araştırma yapılmamasıdır. Osmanlı denizcilik tarihi üzerine İdris Bostan hocamız başta olmak üzere son yıllarda yapılan araştırmalar denizciliğimize haksızlık yaptığımızı ortaya çıkarmıştır. Osmanlı padişahları II. Murad zamanından itibaren “Sultanü’l-berri ve’l-bahr (Kara ve Denizlerin Sultanı) ünvanını kullanmaya başladılar.
16. yüzyılda donanmamızın gücü sayesinde Uzakdoğu ve Hindistan’daki Müslüman devletlere yardım eli uzatan, ticarî ve dinî amaçlarla deniz güvenliğini sağlamakla sorumlu olan bir Osmanlı İmparatorluğu ortaya çıktı.
İkinci Abdülhamid’in Müslümanları Bir Bütün Halinde Tutma Siyaseti ve Tek Dilde Hutbe Okutması
Osmanlı döneminde Müslümanlar’ın bir bütün olması siyaseti izlenmişti. Prof. Dr. Vahdettin Engin’in bulduğu bazı belgeler II. Abdülhamid’in bu birliğin bozulmaması için Arnavutça hutbe okunmasına izin vermediğini ortaya çıkarmıştır.
Arnavutlar’ın yaşadığı İşkodra’da imparatorluğun son yıllarında hutbe okunurken yeni bir âdet başlamıştı. Cuma hutbesi Arapça okunduktan sonra imam Arnavutça anlamını cemaate söylüyordu. Ancak bu uygulama bir müddet sonra din adamlarını ve halkı ikiye böldü. Hatta iş tarafların silahlı olarak camiye gelmesine kadar gitti.
Bu gelişmeler üzerine 1891 Temmuz’unda mesele İstanbul’a soruldu. Şeyhülislâm, hutbenin Arapça olarak okunduktan sonra cemaate Arnavutça mealinin de okunmasında bir sakınca olmadığı şeklinde görüş bildirdi. Hükümet de şeyhülislamın görüşü doğrultusunda, Arnavutça hutbe okunabileceği kararına vardı. Fakat bu aşamada II. Abdülhamid duruma müdahale etti. Sultan’ın esas endişesi, ülke bütünlüğünü tehlikeye düşürecek birtakım gelişmelerin yaşanması idi. Yani padişaha göre işin siyasi bir boyutu da vardı ve esas olarak bunun göz ardı edilmemesi lazımdı.
Padişah, hükümete gönderdiği yazıda şu konuların üzerinde durmuştu: “Kur’an’ın halkın anlayabileceği dilden vaizlerce izah edilmesi ile Cuma hutbesinin Arnavutça okunması birbirinden ayrı şeylerdir. Bildiğiniz gibi, bir süre önce Arnavutlar siyasi amaçlı bir örgüt kurdular. Bunlar Arnavutça’yı ıslah etmek gibi gerekçelerle Arnavutça eğitim yapmak istiyorlar. Bu amaçla Latin harfleriyle yazılmış alfabe kitapları hazırladılar. Cuma hutbesinin cemaate Arnavutça okunması meselesinin gündeme getirilmesi de söz konusu maksatlara hizmet etme amacını taşımaktadır. Bunun önü alınmadığı takdirde, Arnavutça bütün kitaplar Latin alfabesi ile yazılmak istenecek, bu talep giderek Kur’an-ı Kerim’in de Latin harfleri ile yazılması gibi vahim bir netice doğuracaktır”.
II. Abdülhamid’in bu analizi üzerine hükümet, Cuma hutbesinin Arapça okunmaya devam edilmesi yönünde karar verdi.
Osmanlı’nın Avrupa’dan Üstün Organizasyon ve Ekonomik Gücü
Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyılda her yönüyle muhteşemdi ve Avrupa’ya karşı birçok alanda ezici üstünlüğü vardı.
Kanuni tarafından 1550-1559 yılları arasında yaptırılan Süleymaniye Külliyesi gibi büyük bir yapı topluluğu 60 milyon akçe (1 milyon altın) gibi çok büyük miktarda bir para harcanarak 9 yıl gibi kısa bir zamanda bitirildi.
Süleymaniye külliyesi 9 yılda bitirilirken Avrupa’nın birçok değişik ülkesindeki önemli yapılar parasızlık, salgın hastalıklar, isyanlar ve savaşlardan dolayı çok daha uzun sürede bitirilebilmişti. Fransa’da Notre Dame Katedrali 97 yılda (1163-1260), İspanya Salamanca’da Yeni Katedral 200 yılda (1533-1733), İspanya’da Segovia Katedrali’nin ilk aşaması 32 yılda (1525-1557), Portekiz’de Jeronimos Manastırı 100 yılda (1501-1601), Portekiz’de Batalha Manastırı 130 yılda (1387-1517), Almanya’da Köln Katedrali 632 yılda (1248-1880), İtalya’da Floransa Katedrali 140 yılda (1296-1436), Vatikan’da San Pietro Bazilikası 120 yılda (1506-1626), Polonya’da Azize Meryem Bazilikası 30 yılda (1290-1320) bitirilmişti.
Osmanlı Beyliği Nüfus Üstünlüğü ve Gaza Anlayışı Sayesinde Cihan İmparatorluğu Oldu
Osmanlı Beyliği’nin, 14. yüzyılın başlarında Anadolu’da mevcut olan beyliklerin içerisinde gerek toprak gerekse insan potansiyeli açısından en küçüklerinden birisi iken, onların arasından nasıl sıyrılıp büyük bir imparatorluğa dönüştüğü tarihçiler arasında uzun süre tartışılmıştır.
Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu meselesinin, 13. ve 14. yüzyıllar Anadolu tarihi çerçevesinde nüfusu öne çıkararak ele alır. Halil İnalcık, Osmanlı Beyliği’nin büyümesini açıklarken doğudan mütemadiyen devam eden Türkmen göçü ve gaza fikrinin üzerinde durur. Moğol baskısı sonucu önce Kafkaslar’dan Doğu ve Orta Anadolu’ya, daha sonra da Orta Anadolu’dan batıya göç etmek zorunda kalan yüzbinlerce Türkmen, Ege bölgesini ele geçirerek, burada gazi Türkmen beyliklerini kurdular.
Türkmenler arasında, bu devirde mevcut olan gaza ruhunu Batı Anadolu’daki Germiyan, Aydınoğlu, Menteşe, Karesi, Hamid ve Saruhan beylikleri ile Karadeniz bölgesindeki Çobanoğlu Beyliği yaşatıyorlardı. Bu beylikler hem gaza adına Hristiyanlar’la savaştılar, hem de fethettikleri bölgelere doğudan gelmeye devam eden Türkmenler’i yerleştirdiler.13. yüzyılın sonlarında Sakarya bölgesinde gazanın temsilcisi olan Çobanoğulları, Bizans’la barış yaparak gazayı bıraktı. Bundan sonra ise bölgede Bizans’a karşı akınların liderliğini daha önce Çobanoğulları’na tâbi olan Osman Gazi aldı ve şiddetli bir gaza faaliyetine başladı. Osman Gazi’nin gazayı son derece atılgan tavırla sürdürmesi, onu gazilerin gerçek önderi durumuna yükseltti. 1302’de Bizans’a karşı kazandığı Koyunhisar Savaşı, Osman Gazi’nin sınır boyunda bulunan Türkmenler arasındaki gazi şöhretini artırdı. Değişik bölgelerden gelen gaziler akın akın onun bayrağı altına koştular.
Daha sonraki yıllarda Batı Anadolu’da meydana gelen gelişmeler de Osmanlılar’a alan açtı. 1320’li yıllarda Batı Anadolu’da gazayı sürdüren beyliklere karşı teşkil edilmiş Haçlı donanmasının baskısı sonucu, Karesi, Menteşe gibi beylikler Haçlılarla anlaşarak gaza faaliyetlerini bıraktılar. Gaza bayrağını taşıyan son beylik olan Aydınoğulları da, Umur Bey’in, Hristiyanlar’ın eline geçen İzmir’i geri almaya çalışırken şehid olması sonucu mücadeleden çekildi.
Böylece Osmanlılar, Hristiyanlar’a karşı sürdürülen gaza faaliyetlerinde tek başına kaldılar.
Osmanlılar’ın gittikçe genişleyen gaza faaliyetleri, doğudan gelmeye devam eden Türkmen kitlelerini, onların bayrağı altına soktu. Anadolu’ya gelen Türkler, Anadolu’daki Rumlar’dan fazlaydı. Bu savaşçı potansiyeli ve Anadolu’ya gelen çok kalabalık Türkmen kitleleri, Osmanlı Beyliği’nin fütuhat yolu ile büyüyerek dünyanın en büyük devletlerinden biri olmasını sağladı.
Osmanlı’nın Kuruluşunu Anlatan İlk Osmanlı Tarihi Kayıp
İlk Osmanlı tarihi, 15. yüzyılın başlarında yazılmış olan Yahşi Fakih Menakıbnâmesi’dir. Ancak bu eser kayıptır. Yahşi Fakih, Orhan Gazi’nin İmamı İshak Fakih’in oğludur. Eserini yazarken kendi gördüklerinin yanısıra babasının şahit olduğu ve duyduğu hadiseleri de kullanmış olmalıdır. İlk devirlere ait önemli bilgiler veren bir tarih kaleme almış olan Aşıkpaşazâde, Geyve’den geçerken hastalanmış ve Yahşi Fakih’in evinde misafir olmuştu. Burada Yahşi Fakih’in yazdığı kitabı görüp, okumuş ve kendi tarihini yazarken de bu bilgileri kullanmıştır. Aşıkpaşazade, ‘Yahşi Fakih, Sultan Yıldırım Bayezid Han’a gelinceye kadar bu olayları ve menkıbeleri yazmış. Ben de Orhan Gazi’nin imamının oğlu Yahşi Fakih’e bağlı kalarak başkalarından duyduklarımla birlikte Osmanoğulları’nın sözlerinden ve olaylarla dolu menkıbelerinden bazılarını özetle kaleme aldım’ demiştir. Ancak Aşıkpaşazade’nin, Yahşi Fakih’in eserini ne şekilde kendi tarihine aldığını, eksiltme ve ekleme yapıp yapmadığını bilmiyoruz.
Yahşi Fakih Menakıbnâmesi muhtemelen Osmanlı Beyliği’nin ilk yıllarına dair bilgi veren Anonim Tevârih-i Âl-i Osmânlar’a da kaynak olmuştur.
Tarihçilerin en büyük rüyası kayıp olan Yahşi Fakih Menakıbnâmesi’ni bulmaktır. Bakalım bir gün bulunacak mı?
Picasso Tablosu Değil Osmanlı Maliye Evrakı
Bu gördüğünüz belge adeta bir sanat eseri. Şu anda Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi’nde bulunuyor. 1733 yılı Mart ayından başlayarak Osmanlı maliyesinin en büyük bürosu Başmuhasebe Kalemi tarafından okunması oldukça güç, girift, noktasız yazı türü olan siyakatla tutulan Anadolu eyaletine ait bir Atik Malikane defterinden bir sayfa. Söz konusu defterler eyalet merkezli tutulup Malikane mukataaların tevcih, kasr-ı yed ve intikal kayıtlarını içermektedir. Aynı zamanda muaccele miktarlarındaki değişim ve mukataaların hisselere ayrılma durumu da takip edilebilmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu askeri gücü ile fethettiği toprakları Avrupa’dan ve çevresindeki devletlerden çok üstün bürokrasisi ile asırlarca yönetti. Bilgisayar teknolojisinin olmadığı bir dünyada devlet idaresi, sistematik defter serilerine ve bu defterler üzerinden işleyişi organize edebilecek bir bürokrat zümresine sahip olmakla mümkündü. Bu görsel Osmanlı bürokrasisinin bu amaçla ürettiği yüzlerce defter türünden birine ait.
Devlete ait mukataa adı verilen gelirlerin kimlere ne zaman ve nasıl verildiğini uzun periyotlar halinde takip edebilmek için oluşturulmuş. Atik Malikâne adı verilen bu defterler, söz konusu gelirlerden sorumlu maliye bürosu Başmuhasebe Kalemi tarafından tutuluyordu. Eyaletlere göre düzenlenen ve bir gelirin ortalama 40-50 yıllık sahiplerini takip etmeye imkan sağlayan bu defterler bugün karmaşık gibi görünmesine rağmen o günün bürokratları için pratik ve kullanışlıydı.
İsrail’in Arz-ı Mev’ud Hayali
Yahudi İnancına göre Allah’ın Hz. İbrahim’e ve soyundan gelenlere vermeyi vaad ettiği yere ‘Arz-ı Mev‘ud’, yani vadedilmiş topraklar denir. İki farklı vaad vardır.
Hz. İbrahim’e yapılan yapılan vaadde “Mısır ırmağından Fırat ırmağına kadar olan bölge” vadedilmiş topraklardır (Sağdaki resim).
Hz. Musa ve Yuşa’ya yapılan vaadde ise ‘Ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacak’ denilmiştir (Soldaki resim).
İsrail katliamlar ve soykırımla bu olmayacak hayalin peşinde koşuyor.
Tarih Hırsızlığı
Arkeoloji ve antropoloji alanında araştırmaları olan İngiliz bilim adamı Jack Goody’nin ‘Tarih Hırsızlığı’ isimli eseri bütün dünyayı soyan Avrupa’nın tarih alanındaki hırsızlığını anlatıyor. Tarih Hırsızlığı, tarih yazımı aracılığıyla tarihin Batı tarafından ele geçirilişidir.
Hristiyan Avrupa, kendi geçmişini çoğu zaman Batı Avrupa ölçeğinde yaşanmış süreçlere göre kavramsallaştırılıp sunmuş, ardından da dünyanın geri kalanına dayatarak “Doğu’nun tarihini’ çalmıştır. Goody, demokrasi, kapitalizm, bireycilik ve aşk gibi kurumların bulunuşunu sadece Batı’ya mal etmenin, diğer kültürlere yönelik bir hırsızlık olduğunu vurgular.Hristiyan Avrupa bir üstünlük benimseyip, teleolojik bir tarih yaratarak bu üstünlüğü geçmişe yansıtmıştır. Goody, dünyanın geri kalanı açısından sorunun, ötekilerin hep durağan, dışarıdan yardım almaksızın kendilerini değiştirmeyi kesinlikle beceremez olarak görülmesi olduğunu söyler. Avrupa dünyanın geri kalan tarihini hafife alıp, diğer uygarlıkların tarihini kötüleştiren bir şekilde tarihsel kavramlar ve dönemler dayatmıştır.
Avrupa’nın birçok açıdan Müslüman Doğu ve Güney’e çok borçlu olduğunu dile getiren Goody, bu durumu şöyle açıklar: ‘Ticaret kadar entelektüel yaşam da 14. yüzyıl öncesinde Müslüman Doğu ve Güney’e çok şey borçlandı. Bunda sadece Yunanca’dan yaptıkları çeviriler değil, tıp, astronomi, matematik ve diğer alanlardaki kendi katkıları da rol oynadı. Bu canlanmada, Hindistan ve Çin de paylarını düşeni yaptılar, zira İslam toplumları Güney İspanya’dan Çin sınırına dek Asya’nın tamamına yayılmıştı. Daha net bir ifadeyle birçok bitki, ağaç ve çiçeğin (portakal, çay ve kasımpatı) yanı sıra, Francios Bacon’ın modern toplum açısından merkezi gördüğü, pusula, kâğıt ve barut gibi yeniliklerin kökeni de Doğu’ydu. Matbaanın, porselen, ipekli ve pamuklu tekstil imalatının, aslında sanayinin Doğulu kökenlerinden söz etmeye gerek bile yoktur’.
İki Büyük Türk Devleti Karşı Karşıya
623 yıl önce 28 Temmuz 1402’de Ankara Savaşı’nda iki büyük Türk devleti karşı karşıya geldi. Timur’un ordusu Osmanlı ordusundan daha kalabalıktı. Timur’un ordusunun çoğu süvariydi ve önemli sayıda zırhlı birlikleri vardı. Osmanlı ordusunun önemli bir kısmı ise piyadeydi. Savaşın başlangıcında Osmanlı kuvvetlerinin yaptığı şiddetli saldırı, zırhlı birlikler tarafından durduruldu.
Savaş devam ederken Kara Tatarlar’ın ve Anadolu beyliklerine ait askerlerin karşı tarafa geçmesi Osmanlı ordusunun bozulmasına sebep oldu. Bunun üzerine savaşın kaybedildiğini gören şehzâdeler de kuvvetlerini alarak harp sahrasından ayrıldılar. Yıldırım çekilme tekliflerini reddederek yanındaki 3.000 kişi ile savaşmaya devam etti. Ancak koskoca bir ordu karşısında yapacağı bir şey olmadığından sonunda esir düştü.
Timur, dünya harp tarihinin en büyük dahilerinden biridir. Büyük bir stratejisttir. Bu savaşta Osmanlı kuvvetlerini arkasına takıp yorarak, kendi ordusunun özelliklerine uygun bir yere çekmesi, onun komutanlık dehasını gösterir. Osmanlılar daha önce birçok devleti rahatlıkla mağlup etmişlerdi. Ancak bu sefer karşılarında bir cihan fatihi vardı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun gücü, o dönemde Timur’un ordusunu mağlup edebilecek düzeyde değildi. Ayrıca Yıldırım kendi ülkesindeki bir savaşta, Timur’un belirlediği bir muharebe sahasında savaşmak gibi büyük bir stratejik hata yapmıştı. Timur uyguladığı strateji ile savaşı çok zorlanmadan kazanmıştı.
‘Türkler’ Gelince Anadolu ‘Türkiye’ Oldu
Zaman zaman Türk’üm dememek için Türkiyeliyim diyenler ‘Türkiye’ isminin Türk’ten geldiğini herhalde bilmiyorlar.
Malazgirt’ten sonra Türkler’in akın akın Anadolu’ya gelmeleri sonucu Avrupa’da burası Türkiye diye anılmaya başlandı. Rahmetli Faruk Sümer, 1085’ten itibaren Avrupalılar’ın Anadolu’ya Türkiye demeye başladıklarını söyler. İmparator Friedrich Barbarossa’nın katıldığı Üçüncü Haçlı Seferi’den (1189-1192) itibaren Batılı yazarlar Anadolu’dan, Türk hakimiyetine giren hiçbir ülkeye vermedikleri bir adla Turchia/Turquie (Türkiye) diye söz etmeye başladılar. Turchia: Türklere ait, Türklerin ülkesi manasına gelir.
Bu Haçlı seferinden yarım yüzyıl sonra 1245’te papanın Moğollar’a gönderdiği elçilik heyetinde bulunan Rahip ve diplomat Simon de Saint-Quentin bu isimlendirmeyi sistematik hale getirdi. Tarihçi Claude Cahen’e göre o dönemde çağdaş yazarların gözünde Anadolu’nun Türk niteliği ülkenin bütününe damgasını vurmuştur.
Osmanlı Padişahları Türk Olmakla İftihar Ederlerdi
Osmanlı döneminde yazılmış ‘Tevârih-i Âl-i Osmânlar’ incelendiğinde Osmanlı padişahlarının Orta Asya’dan geldiklerinin ve Türklüklerinin farkında oldukları açıkça görülür. Bu kitaplarda Osmanlı hanedanı Oğuz Han’a bağlanır. Osmanlılar’ın Oğuz neslinden ve Kayı boyundan gösterildiği tarih kitaplarında Osmanlı tarihi Türk tarihinin bir parçası olarak ele alınır. Osmanlı hanedanı şeceresini kendisinden önceki ve çağdaşı birçok devletin yaptığı gibi ‘Halifelere veya Cengiz Han’a değil Oğuz Han’’a bağlayarak Türklüklerini öne çıkarmıştır. Halife olan Osmanlı padişahları Türk olduklarını tarih kitaplarında yazdırtmaktan çekinmemişler, kimse de onlara Türklüklerini ifade ettiler diye söylemleri İslami değil dememiştir.
Türk Dilini Öğreniniz, Çünkü Onların Çok Uzun Sürecek Saltanatları Vardır
Kaşgarlı Mahmud, Araplar’a Türkçe’yi öğretmek ve Türkçe’nin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu göstermek için 1072-1074 yılları arasında ‘‘Divanu Lugati’t-Türk’ isimli ilk Türk dili sözlüğünü kaleme aldı. Eserine Peygamber Efendimize (S.A.V) atfedilen ‘Türk dilini öğreniniz, çünkü onların çok uzun sürecek saltanatları vardır’ hadis-i şerifiyle başlar. ‘Bu hadis doğru ise -sorumluluğu râvilere aittir- Türk dilini öğrenmek vaciptir; eğer doğru değilse, aklın gereği Türkçe’yi öğrenmektir der.
Tarih 951 yıl önce eserini kaleme alan Kaşgarlı’yı haklı çıkarmıştır. Türkler, Kaşgarlı’nın eserinin yazıldığı dönemden itibaren Büyük Selçuklu Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu gibi iki cihan devleti kurmuş, bugün ise Türkiye Cumhuriyeti’yle dünyanın en büyük devletlerinden biri olarak Türk hükümranlığını sürdürmektedirler.
Kaşgarlı Mahmud eserinin girişine şöyle başlar: ‘Şimdi, Muhammed oğlu Hüseyin oğlu Mahmud kulunuz dedi ki:
Gördüm ki: Yüce Tanrı, Türk burçlarında doğurdu devlet güneşini; onların ülkeleri etrafında döndürdü göklerin çemberini; ve onlara ad verdi Türk diye; ülkelerin idaresini verdi mülk diye; zamanın hakanları yaptı onları; ellerine verildi günümüzdeki insanların yuları; onları görevlendirdi halk üzre; onları kuvvetlendirdi hak üzre; aziz kıldı onlara yanaşanları ve idareleri altında çalışanları; onlar (Türkler) sayesinde muratlarına erdiler ve ayak takımının şerrinden esen oldular. Aklı olan herkes onlara katılmalı ve onların oklarından korunmalı. En iyi yol konuşmaktır, onların dillerini; duyurabilmek için onlara ve meylettirebilmek için gönüllerini. Takımından ayrılıp Türklere sığındığı zaman bir düşman, güven verilip ona kurtarıldığı zaman korkularından; başkaları da sığınır onunla beraber, ve üzerlerinden kalkmış olur tüm zarar.
Buhara imamlarından ve Nişaburlu bir başka imamdan açıkça ve kesin olarak işittim ki; Onlar Peygamber Efendimize (S.A.V) dayanarak şöyle rivayet ettiler. Peygamberimiz (S.A.V) kıyamet gününün şartlarını, âhir zamanın fitnelerini, Oğuz Türklerinin çıkışını anlatırken dedi ki: ‘Türk dilini öğreniniz, çünkü onların çok uzun sürecek saltanatları vardır’. Bu hadis doğru ise -sorumluluğu râvilere aittir- Türk dilini öğrenmek vaciptir; eğer doğru değilse, aklın gereği budur.
(Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lugatit-Türk, neşr. Ahmet B. Ercilasun-Ziyat Akkoyunlu, Ankara 2020).
En Büyük Yahudi Krallığı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kudüs Mutasarrıflığı Kadardı
Türkiye Cumhuriyeti’nin eski başbakanlarından, Tarihçi ve Türk Tarih Kurumu’nun eski başkanlarından Ord. Prof. Şemseddin Günaltay, ‘Yakın Şark’ isimli kitabında, ‘Suriye ve Filistin’de Davud zamanına kadar 200 yıldan beri kuvvetli devlet görülmemiş olduğu için, onun kabilelere karşı olan başarıları İsrailoğulları nazarında son derece büyümüş yüzyıllarca parlak şiirlerde emsalsiz zaferler gibi tasvir olunmuş, sınırları sahil kısmı hariç olmak üzere Osmanlı İmparatorluğunun eski Kudüs mutasarrıflığına inhisar eden bu küçük prenslik, tarihe muazzam bir imparatorluk gibi mal edilmiştir’ der.